Bir garibanın sırtını bir hırka ile örtemeden, bir çocuğun yüzünü gülümsetmeden, ihtiyaç sahibi bir sofraya bir tas çorba koyamadan geçen ömür, gerçekten ömür müdür?
Bir zamanlar bizim toplumumuzda komşunun bacasından duman tütmüyorsa, o evde yemek pişmediği anlaşılır, hemen bir kap yemek gönderilirdi. Şimdi apartmanlarda yan dairede kim yaşar, ne yer ne içer, hasta mıdır, yoksul mudur bilen yok. Duvarlar kalınlaştıkça, kalpler katılaştı. Şehirler büyüdükçe, insanlar ve insanlık küçüldü. İnsani değerler, toprağa karışan yağmur gibi kayboldu gitti.
Sahi dostlar, bize ne oldu? Biz ne zaman böyle olduk? Ne zaman sofralarımız sadece bize özel, evlerimiz sadece bizim kalemiz, dertlerimiz yalnız bize ait oldu? Eskiden yardımlaşma, paylaşma kültürü vardı. Yardımlaşmak ayıplanmazdı ama gizli yapılırdı. Veren el, alan eli görmezdi. Şimdi yardım bile reklam aracına dönüştü. Çocuklara montlar, botlar değil, reklam dağıtılıyor adeta. Bir tas çorba verirken bile fotoğraf çekilmese sanki yardım, sevabını kaybedecek sanılıyor!
Dijital ekranların parıltısı, kalplerimizi kararttı. Komşuluk yerini “takip”e, dayanışma yerini “beğeni”ye bıraktı. Yardımseverlik, kalpten kalbe akan bir niyet olmaktan çıkıp, izlenme oranlarına göre yapılan stratejik hamleler haline geldi. Hangi ara bir çocuğun başını okşamayı unuttuk? Hangi ara yolda yürüyen yaşlı bir teyzenin torbasını taşımak “yabancının işi” oldu?
Toplumsal yozlaşma, yalnızca değer kaybı değildir; aynı zamanda ruh kaybıdır. Artık başarı, kaç kişiye yardım ettiğinle değil, kaç mülk sahibi olduğunla ölçülüyor. Ahlâk, rekabetin önünde eziliyor. Para kazanmak, insan kazanmaktan daha kutsal sayılıyor.
Ekonomik zorluklar elbette etkili. Geçim derdi insanı önce bencilleştirir. Ancak asıl mesele, ruhen fakirleşmemizdir. Elimizde olanı paylaşmayı bıraktığımız gün, insanlığımızdan da eksildik. Çünkü insan, ancak diğer insana iyi geldiği sürece insandır.
Şimdi çocuklar karne alınca oyuncak değil, en pahalı telefonları istiyor. Yardım kampanyaları ihtiyaçtan değil, imajdan besleniyor. Bir evde üç televizyon, karşı dairede kuru ekmek… Aynı apartmanda iki ayrı dünya yaşıyor. Ve biz buna artık şaşırmıyoruz. Asıl tehlike de burada: Normalleşen duyarsızlık.
Zenginliğin tanımı değişti. Paylaşmadan büyüyen hiçbir servet, gerçek zenginlik değildir. Bir çocuğun gözlerinde gördüğün sevinç, bir annenin "Allah razı olsun" duası, soğuk bir günde sırtına geçirdiği hırka ile ısınan bir gariban… Bunlar da servettir. Hem de ömür boyu değer kaybetmeyeninden.
Ama artık böyle düşünen insan sayısı azalıyor. Toplumda bir buzlanma var. Ve bu buzlanma, sadece sokaklarda değil, kalplerin içinde. El uzatmadığımız her insan, bir adım daha uzaklaşıyor bizden. Komşumuzu tanımadıkça mahallemizi, mahallemizi tanımadıkça şehrimizi, şehrimizi tanımadıkça ülkemizi kaybediyoruz.
Toplumsal yozlaşma geri döndürülemez bir süreç değildir. Ama farkındalıkla başlar. İlk adım, yeniden birbirimize bakmayı öğrenmek. Çocukların gözlerinin içine, yaşlıların ellerine, sokakta selam verdiğimiz insanların yüreğine bakmak…
Bir tas çorba, bir çift çorap, bir kutu süt… Küçük şeylerdir ama dünyaları değiştirir. Komşumuzu tanımaya, onun derdini dert edinmeye başladığımızda işte o zaman yeniden “toplum” oluruz. Çünkü insan insana omuz vermedikçe ayakta kalamaz.
O yüzden soralım kendimize: Gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece hayatta mı kalıyoruz? Etrafa yalnızca gözümüzle değil, kalbimizle de bakıyor muyuz?
Belki de bir çocuğun yüzünde beliren küçücük bir tebessüm, en büyük servetimizdir.
Kalpleri ısıtmak için, bazen sadece bir hırka yeter. Ama en çok da vicdan gerekir…